YA HIZLISIN YA DA YOKSUN
- ZARİFE TARAKÇI

- 1 Eki
- 4 dakikada okunur

Hızlı olmak şehir insanında olması gereken en önemli özellik değil mi? Hızlı olmazsan ezilir gidersin o tempoda. Yok olursun.
Şehrin gerektirdiği o hızın altında kalan kişi ayaklar altında da kalır. Bunu mecazi anlamda yazmıyorum. Gerçek anlamda da ayaklar altında kalır trafiği yönetemez. Hız bulaşıcıdır zaten istese de yavaşlayamaz. Şehir ortamında yavaşlık, şehir insanının kabul edebileceği bir şey değildir. Yeni gelenden bu konuda anında uyum bekler. Ya hızlısındır ya da yoksundur. Dosyalar en hızlı şekilde tamamlanmalıdır, hız yaparsan otobüse metroya ya da bulacağın park yerine yetişirsin. Hızlı olursan en başta sen konuşursun yavaşsan sözün kesilir anlatacağın şeyi hemen anlatmalısın ki karşı taraf da hızlıca söyleyeceği şeyi söylesin sohbet hızlıca bitsin cep tellerinde hızlıca geri dönülsün. Derdin sıkıntın mı var? Derdini hızlıca yaşamalı, hemen karşı tarafın beklediği moral seviyesine gelmelisin, karşındakinin hızını moralini düşürmemelisin. Hasta mısın? Rapor mu aldın hemen iyileşmelisin paran kesilir yine hızlı iyileşemediğin için zarardasın. Yavaşlık hayatımızı böyle derinden etkiler.
Duygular arasındaki geçişin hızlı olmazsa senden beklenen kişi olamazsın. Hızlıca yemek yemelisin ki mola vaktini verimli geçiresin. Hızlı giyinmeli hızlıca evden çıkmalı hızını da kontrol etmeli başkasının alanına girmemelisin. Hızın bile kendi içinde bir hızının olduğu gerçeğinden haberdar olmalısın.
Hızlı olma mecburiyeti bir yerlere geç kalma kaygısı, vaktinde söz verdiği yerde zamanında olma gerekliliği şehir insanlarının en kronik hali gibi. Ne kadar hızlı olursak hayatımızdan kazanacağız ve hızlı olamazsak hayatımızdan çok önemli anları kaybedecekmişiz endişesi her zaman bize eşlik eder. Sebebi bence her şeyi fazla önemseme halimiz. Başta kendimizi. Öyle önemliyiz ki, ‘zaman bizi yönetemez biz zamanı yönetebiliriz’ yetkisinde görüyoruz kendimizi. Bir yerde sıra varsa bize hemen sıra gelmeli, sıra bize gelmedi mi hemen başlarız hareketlenmeye... Sıranın en önünde biz olmalıyız hatta ve hatta çalışanlar neden az bir iki çalışan daha koymamalılar oraya diye sesimizi yükseltmeliyiz. Yani biz bekletilecek bir kişi değiliz. Çok önemliyiz bunu neden anlamıyor kurumlar ?
Trafikte beklemek de hiç bize göre değildir. Kaza mı oldu? Yol tadilatı mı var? Hangi iş bizim hızla yetişeceğimiz yerden daha önemli olabilir? Hemen kornaya basmalıyız. Öne geçmeli kuralları çiğnemeli şerit değiştirmeliyiz. Kural dışı her türlü hareket bu önemli insanın yapacağı işlerdir. Birini aradık ulaşmak istedik ulaşamadık, bize dönmesini bekledik ve kendi hesapladığımız sürede dönmedi... İşte kıyametin koptuğu an! Her şeyin üstünde var ettiğimiz yüksek kimliğimiz tıpkı sıraya girmeyeceği gibi bu konuda da önemsenmeyi en yüksek yerden ele alır ve soruları sormaya başlar: sen kimsin sen kim oluyorsun da bana dönüş yapmadın? Dönüş yapmadın mı? Peki, sen bilirsin. Sen kaybedersin. Kendini fazla önemseyen şehir insanının en önemli göstergesidir bu söz: ‘Sen kaybedersin!’ Kaybeden hep karşısıdır. Asla kendini kaybedenden saymaz. Ben kaybetmem sen kaybedersin başta beni kaybettin. Yine geldik mi sıra beklemeyen, trafikte korna çalan, aramasına dönülmeyen en önemli işi olan ve en hızlı olmak zorunda olan o insana...

Hız ve kendini önemseme durumu son zamanlarda sıklıkla pompalanan sen önemlisin önce sen, sen değerlisin türündeki çağın moda terimlerinin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Kimse acıyı üzüntüyü, zayıflığı duygu yoğunluğunu kendine yakıştırmıyor. Hep güçlü olmak zorundaymış gibi. Yaşadığı haksızlığın intikamını da başka iletişimlerden çıkarırcasına yaşadığı ilk haksızlığın sonrasında ortak ezber başlıyor: ben değerliyim, ben önemliyim, kimse bana böyle davranamaz benim önüme geçemez benim hızımı kesemez! Her şeyi karıştırdığımız gibi bu öz kısmını da çok bulandırıyoruz. Ya hiç yaşamıyoruz ya da gereğinden abartılı dozlarda su yüzünde yaşıyoruz.
Ben değerliyim cümlesini birileri duysun diye söylüyoruz. Bak ben tabelayı astım değerliyim ona göre ama tabelanın arkası bomboş. Kendimize vermediğimiz, kendimiz tarafından yükseltilmeyen değeri başkalarına emir yoluyla sunduğumuz için zemini boş bir değer algısı yükleniyor. Karşı taraf kişinin istediği doyumda değeri vermiyorsa ki o beklenen değer doyulan bir şey değil, hiç dolmayan bir kuyu gibi hiç tatmin olmayan evrelere ulaşıyor. Doymayan kişi de beklediği değeri kendine vermeye karar verdiğinde o kendini gereğinden fazla önemseme gösterisine dönüşüyor. Önce ben. Önce benim isteklerim. Önce benim dediğim, önce benim sıram, en iyisini ben yemeliyim, en güzelini ben hak ediyorum, sen de kimsin? Bana daha iyileri layık, daha iyileri de var ama bak ben buradayım, yol önce benim hakkım, sıra en önce benim diye bağıra çağıra dolaşan kimlikleri çevremizde çokça deneyimliyoruz. Her şeyi en yüksek hızında yaşama ve en hızlı dozda tüketme ihtiyacı da bu yapıdaki insanların yaşattığı bir deneyim oluyor maalesef. Kendi değerini yüksekte ve dozajında tutan insanlar için bu insanlar yaralayıcı deneyimler sunuyor. Her geçen gün değerli kimlikler bu değeri doldurmaya çalışan kişilerce harcanıyor, yaralanıyorlar. Ne yaptıysam olmadı, ona yetemedim, ne yaptıysam yaptığım ona yetmedi diyerek kendi hasarlarını, kendi kalp kırıklıklarını göremiyor fark edemiyorlar bile. Onarmaya çalışırken kendi özlerinde onarılmayacak yaralar açıyorlar. Bir hasar bir hasarsızı hızla hasarlı hale getiriyor
Kişi gerekli kişisel olgunluğunu kendini tanımasıyla, kendi ihtiyacını kendisinin tayin edip bu ihtiyacı giderme yolunda yürümesi gerekirken, ihtiyaçlarını kendisini sevme ihtiyacı da başta olmak üzere hep bu görevi başkasına veriyor. Başkasından gelenle de doymuyor. Başkası da artık yeter dediğinde birbirlerine benzemeye başlıyorlar. Ortalık ne istediğini bilmeyen yarım bırakılmış ruhlarla doluyor. Kimse hasarını fark etmiyor. Fark ettiğinde de hasarlı oluşunun sorumluluğunu başkalarına ya da sorumlu olmadığı çağa yani çocukluğuna ve anne babasına yüklüyor. En kolay ve en çözümsüz olan evreye yüklüyor. Yetiştirmediği kimliği, besleyemediği ruhu, dönüştüremediği onaramadığı davranış bozukluklarının faturasını en savunmasız olduğu evreye kesiyor. İşte tam da bu suçlamalar, yüzleşmelerden en çok kaçtıkları alanlardır. Asıl korkaklık burada gizli; suçu onarılmayacak yıllara atmak.
Bu kişilerin dönüp bakmadıkları bir yer var;
Öz.
Özün senden ne bekliyor? Özünü fark edip özüne odaklanıp öz benliği ile baş başa kalmalı insan. Takviye önemsemelerle değil kendini bütün hasarınla tanımak ve hasarını onarma işini de başkasına yüklemeden onarmaya çalışmak. Onarma işini de başkasını sorumlu göstererek değil özde kaçağın ne olduğunu belirleyerek.
Öz onarıldığında kendini önemseme ve en önemli benim gerisi önemsiz duygusundan da sıyrılacak, hayat hızı yavaşlayacak dışarıdan olan biteni daha net görmeye başlayacaksın. Seni çok seven insanlara büyük büyük görevler vermekten vazgeçeceksin.
Bunu bu hayat hızında, yavaşlayarak kendini her şeyin üstünde görmekten vazgeçerek en önemli benim demeden ve sorumluluğu üstlenerek becerebilecek misin?
Zarife TARAKCI
















Yorumlar